Dijital-leş!

1997 yılının yaz mevsimi sonlarıydı. Sistemin beni “okuyamazsam yaşayamam” noktasına getirdiği bir noktada, nihayet “kazanmış” olduğum üniversiteye kaydımı yaptırmak için öğrenci işlerinin önündeki kuyrukta sıra bana gelmişti. Elimdeki evrakları, yüzüme hiç bakmadan alıp kontrol eden adamın bana sorduğu o soru, benim İnternet denilen dünya ile ilk tanışmamdı: “İmaill adresi istiyon mu?”

“Pardon?!”

“İmaill diyom, istiyon mu?”

“Ücretli mi?”

Sorunun ne kadar anlamsız olduğunu, kafasını kağıtlardan kaldırmadan iş yapan adamın ilk kez yüzüme bakmasıyla anladım. Arkamdaki huzursuz homurdanmaların da etkisiyle “alayım bir tane” deyiverdim.

“İyi yaz..”

“Efendim?”

İkinci kez yüzüme baktı adam, ama bu son olsun der gibi… “Yaz diyom, yaz…”

“b19736450ed…”

“Ney?”

Bunu ilk kez benden duymamış olacak ki cevabı yine kafasını kaldırmadan söyledi; “salyangoz”

Özetle hayatımda ki ilk mail adresim, elimde ki not kağıdında şu şekilde yazıyordu: “b19736450salyangozhacettepe.edu.tere”

Abarttığımı düşünüyorsanız 30 yaşın altında olmalısınız! İnternet denilen bu dünyaya giriş, dijitalin içine doğmuş yeni jenerasyon için ne kadar sıradansa, bizim için bu kadar sıra dışıydı. En azından benim için…

İlk mail adresimi (!) aldığım günden bugüne geçen 20 yıllık süreçte, geldiğimiz nokta ortada. Bugün mail adresi olmayanı adam yerine koymuyorlar. Whatsapp kullanmayı reddeden son çınarlarda bir bir devriliyor. Önce evimize giren İnternet, sonra diz üstüne ve nihayet ceplerimize kadar girdi. Acaba kayıt sırasında beklemediği sorularla kıvranan o çocuğa birisi, 20 yıl içinde bankasını, postanesini, gazetesini, dergilerini ve arkadaşlarını cebinde taşıyacağını söylese ne düşünürdü?

Adına bilgisayar denilen cihaz, biz çocukken de vardı tabi. Ama öyle her yerde görebileceğin bir şey değildi. Bu  cihaz, siyah ekran üzerine yeşil harflerin tuşlandığı soğuk bir aletti ve onu kullanabilmek ancak bu işte bir okul okumuş kişilerin ya da uzun dönem bilgisayar kurslarına giden kişilerin harcıydı. Gözlüklü, zayıf ve sivilceli bazı kolej çocukları bir şeyler yapabilirdi belki ama, zaten bizde anlamazdık.

Commodore 64 ve Atari’den öteye gidememiş bir nesil için bilgisayar ancak internetin ulaşılabilir olmasıyla anlam kazandı. Doksanlı yılların sonunda evinde bilgisayar olan herkesin bildiği o cıyırtılı telefon sesi ve kavgalara sebep olan telefon faturaları ile aşina olduk internete. Pornografik kültürümüze yapmış olduğu katkı bir yana, hemen benimsedik. Ama bugünün dünyasından çok uzaktaydık tabi ki… Proje çalışmalarımız için kütüphanelerde saatler geçiriyorduk hala. Çünkü bir Google’ımız yoktu henüz. Oysa neler vermezdik bir “Google” için o yıllarda!

Peki neden bir “Google” yapmak aklımıza gelmedi. ICQ’ya girince birisi, kapı tıklaması efektini duymak nasıl hoşumuza gittiyse artık; biz ancak “Yellow Pages”lerde karşı cins “Nick”leri kapımızı tıklasın derdine düştük. Bir “Facebook” hayal bile edemezdik ama sabahlara kadar “mIRC” sohbet odalarında “asl” yazıp duruyorduk bir “female” ile karşılaşmak umuduyla!

Kendimden başladım, kendimden devam edeyim. Günlerce cebimde taşıdım o “mail” adresini. Tabi ki bir şekilde öğrenip doğrusunu not aldığım şekliyle… En basit tabirle “bak postacı geliyor” şarkılarıyla büyüyen biri olarak artık postacıya gerek kalmayacağını bile fark edemedim o anda. Tıpkı o garip seslerle evin telefonundan bağlandığım internete ilk girdiğimde, insanların bu ekranlardan çok daha fazlasını yapabileceğini fark edemediğim gibi.

Şimdi farklı mı? Dijitalin içine doğan neslin tabi ki imkanları daha fazla ama asıl fark etmediğimiz sorun şu; yaratıcılık imkanlarla değil çoğu zaman imkansızlıklarla ortaya çıkıyor. Yeter ki zemin uygun olsun. “Neden” sorusunu bile sorgulayamayan birinin “Nasıl” sorusuna cevap bulabilmesi mümkün mü? Kalıplaşmış cevaplarla yoğurulan beyinlerin, farklı şeyler düşünmelerini beklemek mantıklı mı?

Dijital1

Bu yüzdendir ki, 20 yıl önce “mail” adresine aval aval bakan delikanlı ile bugün elinden telefonu düşürmeyen gençler arasında çok bir fark yok aslında. İkisi de yaratıcılıktan uzak… Düşünmeye ve sorgulamaya ne kadar uzaksa tüketime o kadar hevesli… Neyi değiştirebileceğinin değil, neye sahip olabileceğinin derdinde…

Geçtiğimiz günlerde, ülkemizin Suriyelilere kapılarının ardına kadar açılmasını eleştirenlere karşı birisi “Zamanında bunu yapsaydık Steve Jobs bizim ülkemizde doğabilirdi” gibi bir tweet atmıştı. Nasıl tespit ama? İyi ki doğmamış! Çünkü bu zihniyetle yetiştirilen adam, kesinlikle aynı Steve Jobs olmayacaktı. Bunun ayrımına varamayan insanların oluşturduğu bir sistem de yaratıcılık nasıl gelişebilir? Siz, Aziz Sancar’ın bu ülke topraklarında yaşıyor olsaydı bilimsel bir Nobel Ödülü alabileceğine inanıyor musunuz?

Aslında anlatmak istediğim şey çok basit. Toplum olarak sunulana olan ilgimiz üst seviye de. Yeni çıkan bir şeyi hemen benimsemek ve tüketmekte üstümüze yok. Hep daha iyisini istemek, bizim için hep bir üst modelini, yeni çıkanını ya da daha pahalısını istemek demek. Daha iyisini nasıl yapabilirim, bunun daha kolayını nasıl yapabilirim gibi sorularla derdimiz yok.

Nasıl olsun ki? Yıllardır hep övündüğümüz genç nüfusumuz gittikçe yaşlanırken, umutlarımızı şimdi de teknolojinin içine doğan jenerasyona erteledik. Üretimden çok tüketime teşvik ettiğimiz zihniyetimizi değiştirmedikçe bunun boş bir beklentiden öteye geçmesi mümkün olmayacak.

Her üreticinin bir tüketiciye ihtiyacı vardır. Benim itirazım, neden hep aynı tarafta olduğumuzla ilgili!

Özgür olmayan beyinlerin özgün olması mümkün değildir. Aksini düşünen varsa tartışmak için bana “gokhankoruyucusalyangozcimeyil.com” adresimden ulaşabilir…

Dijital-leş!’ için 2 yanıt

Add yours

  1. Değerli tespitleriniz için tebrik ederim Gökhan Bey. Buruk bir keyifle okudum yazınızı. Ama yüksek sesle anneme de okumuş bulunduğum ve yarım saattir konu üzerine tartıştığımız için size neresinden bahsedeyim düşüncelerimin bilemedim 🙂 Elinize sağlık.

    Bize anca yurt dışından başarı öykülerini duyduğumuz vatandaşlarımızla gururlanmak düşüyor da üretime geçebilmek için tüm şartlarını zorlamış bu bireylerin ne kadar TC vatandaşı olduğu tartışılır sanki.

    Liked by 1 kişi

    1. Öncelikle teşekkür ederim Özlem Hanım. Yazdığım bir konu üzerine şahsen tanımadığım iki insanın okuyup üzerine tartışması ne kadar güzel bir duygu 🙂
      Aslında bu ülke sınırları içerisinde de çok şey başaran insanlar var ancak yurt dışında sanırım olay birazda milleti temsil anlamına geldiği için buradakilerin haber değeri düşük kalıyor. Zaten bu yüzden de burada ki başarıları para etmeyen bir çok insan bunun değer karşılığını bulabildikleri ülkelere gidiyorlar. Açıkçası başarıya değerin en çok nerede verildiği ve başarmak için imkanların daha çok nerede bulunduğu önemli. Bizim ülkede idealist olmak genelde ödülden çok cezalandırıldığı için bu kısır döngüden çıkmamız kolay görünmüyor.

      Liked by 1 kişi

Özlem Soydan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑